Kişi ilişkide tanır kendisini
Yakın ilişkiler, kendimizi tanımamız ve olduğumuz ve olduğumuzu sandığımız/olmayı arzu ettiğimiz kişi arasındaki farkla yüzleşmemiz için belki de en ideal alandır. Bu yüzden birinin varlığıyla veya birinin “yokluğunu var etmemizle” birlikte çoğu zaman kurtulmak istediğimiz duyguları yaşarken buluruz kendimizi. Bağlanmaktan korkarız örneğin, derdimiz ilişkide olmak zannederiz, özgürlüğümüz kısıtlanıyor gibi hissederiz ancak belki de birinin hayatımızdaki dokunuşlarını kanatlarımız olarak görmekten korkarız, bir gün kanatsız kalmaktan ve alıştığımız gökyüzüne bir daha ulaşamamaktan korkarız. Bir ilişkiye dahil olana kadar dünyanın en “rahat” insanı olduğumuzu zannederken ilişki içerisinde terk edilme kaygılarıyla boğuşurken buluruz kendimizi, küçük bir çocuğun kendisine bakacak kimsesinin olmadığını fark ettiğinde yaşadığı paniğe benzer kaygımız.
Terk edilirsek eğer hayatta kalamayacağımızı, bir sonraki adımımızı asla atamayacağımızı düşünürüz. Sanki büyüdüğümüzden haberimiz yok gibidir… “O kişi” karşımıza çıkana kadar kendi değerimizden şüphemiz yoktur, sevilebilir olduğumuza inancımız tamdır ancak ilişkiye adım attığımız an itibariyle kendimizi “onun tarafından” sevilebilir hale getirebilmenin yollarında kayboluruz. Eve dönebilmek üzere geçtiğimiz yollara bıraktığımız taşlar tükenir, adım adım uzaklaşırız kendimizden. Yolun sonunda sevilebilir hale getirmeye çalıştığımız kişi biz değilizdir artık ve sahiden değer gördüğümüze de tam da bu yüzden ikna olamayız hiçbir zaman. İmajlar yaratırız, o imajlarla başlatırız ilişkilerimizi, günü gelince ilişkiyi başlatan halimizden ne kadar da farklı biri olduğumuz anlaşılmasın isteriz, o imajın yarattığı etki hiç solmasın, akıllarda kötü kalmayalım isteriz.
Birilerinin bizim hakkımızdaki düşüncelerini kontrol etme telaşıyla kim olduğumuzu keşfetme yolculuğumuza çıkmayı günbegün erteleriz. Ne kadar hırçınlaşabileceğimizi, ne kadar boyun eğebileceğimizi, ne kadar büyüklenme ihtiyacı hissedebileceğimizi, uzlaşmaya ne kadar kapalı olabileceğimizi, uzlaşma adı altında kendimizi ne kadar feda edebileceğimizi, ne kadar cezalandırıcı olabileceğimizi, ne kadar kuşkucu olabileceğimizi, terk edilmekten ne kadar korktuğumuzu, bağlanmaktan nasıl da kaçındığımızı ve hayatımız ona bağlıymış gibi birini nasıl da içtiğimiz su, soluduğumuz hava haline getirebildiğimizi çoğu zaman ancak biriyle yakın bir ilişki kurmaya adım attığımız an itibariyle fark edebiliriz. Her ne kadar ilk bakışta gözümüze son derece farklı gelse de kendimizi benzer ilişkilere sürükler dururuz. Bu “benzerlikte” saklı meseleyi çözene kadar da ilişki içinde yaşadığımız neredeyse birbirinin tıpa tıp aynı sorunları itinayla yaratır ve her defasında ilişkilere ve diğer kişilere dair inançlarımızın doğrulandığına ikna oluruz. Bu sanki derinlere dalmaya cesaret edemediğimiz ancak başımızı da bir türlü suyun yüzeyine çıkaramadığımız bir deniz gibi.
Hem denizin içinde kalmak hem de gökyüzünde ne var ne yok görmek, güneşi hissetmek isteriz. Ancak suyun bir karış altından gördüklerimiz kadarıyla tanıyabiliriz dünyayı. Oysaki yüzeye çıkabilmek için derinlere dalmamız, derinleri keşfetmemiz ve ayağımızı dibe vurup yükselmemiz gerekiyordur belki de. Dipten çıkaracağımız o bir avuç kumun, bastığımız zemini nasıl da sağlamlaştıracağına hayret edebiliriz.